Geçtiğimiz haftayı medya en ziyade ölümler üzerinden gördü.
İş adamı Mustafa Koç; romancı, eleştirmen akademisyen Prof. Dr.
Tahsin Yücel; siyasetçi Kamer Genç artık “burada” değil.
Her ölüm merhuma duyulan yakınlık üzerinden acının rengini
taşır.
Her ölüm artık “burada olmayan”ın bıraktıkları üzerinden
“değerlenir”.
Geçtiğimiz Çarşamba fakirlerle zenginlerin arasındaki uçurumu ve
göçmenlerin hayat şartlarını merkeze alacak olan Davos zirvesi
yapıldı. Merhum Mustafa Koç da zirvede konuşma yapacaktı. Ölüm
meleği, bütün konuşmaları iptal etti.
Her ölüm yüzlerce ibreti saklar. Ne ki biz faniler bu ibreti her
ölümde göremeyiz. Mustafa Koç'un fanilere göre zamansız, alnındaki
yazıya göre çoktan verilmiş randevu olarak gelen ölümü, ne vakittir
“sadece zenginler ölür” önermesine iman etmeye kalkanları derinden
etkiledi:
“Kendi özel hastanesi vardı, ama ilk müdahale evine en yakın devlet
hastanesinde yapıldı.”
Mustafa Koç'un “vakitsiz gelen ölüm”ünden benim çıkarttığım ilk
ibret “özel”e gösterdiğimiz itina ile “genel”e gösterdiğimiz
itinanın birbirine denk olması üzerinden oldu.
Zenginler kamu kurumlarına, benim ve ailemin bir gün muhakkak
ihtiyacı olur diye itina göstermek zorunda.
Merhumun arkasından söylenenler bendenize genellikle “The Final
Cut” filmini hatırlatıyor. Gidenin geride bıraktıkları, nasıl
hatırlanmasını istiyorsa öyle hatırlatılır diyen bir önermeye
sahipti “The Final Cut” /Son Kurgu filmi.
Gazetelerde Mustafa Koç'un hayırseverliği ile ilgili olarak pek çok
şey yazıldı. Biraz sonra okuyacaklarınız birinci elden bir tanığın
bendenize iki yıl önce anlattıklarına dayanıyor.
Anadolu yakasında bir trafik kazası oluyor. Kazada delikanlının
beyni dışarı çıkıyor. Acile götürülüyor, yoğun bakım ünitesine
alınıyor delikanlı. Fakat babası asgari ücretle çalışan bir işçi.
Fakirliğinin içinde ne oğlunun masraflarını karşılayacak bir gücü
ne de dayanacak bir kimsesi var. Deniz kenarına gidiyor dilinde dua
ile isyan arası bir cümle: “Ya bana bir çare bul Allah'ım ya da ben
oğlumdan önce vereyim bu canı.”