Ekonomi yönetiminin Amerikalı
danışmanlık şirketi McKinsey ile anlaştığı açıklandı.
Bu adım, birçok kesim tarafından
eleştiri alıp, söz konusu şirket Düyun-u Umumiye ve IMF ile
mukayese edilince bazı refiklerimiz devlet büyüklerinden bonus
kazanmak için "Kriz lobisi anlaşmayı duyunca çıldırdı" diye
yazdı.
Cumhurbaşkanı "Anlaşma manlaşma
yok" diye tavır koyunca zoraki McKinsey savunucuları bu sefer açığa
düştü.
Bu arada bazıları da "Bakın biz
karşı çıktık. Haklı olduğumuz ispatlandı" diye hava basmaya
kalktı.
Bu ve benzer birçok tartışmada
'haklılık ölçüsü'nü belirleyen temel kriter, Cumhurbaşkanının tavrı
oluyor. Oysa Erdoğan sadece karşı çıktı.
Kötülemek ya da övmek için
McKinsey ile anlaşmanın iyi ya da kötü bir neticesini görmedik
ki...
Demem o ki; gazetecinin görevi
duruma göre pozisyon almak, yanlışı savunmak, iktidarlar adına
izahatlar hazırlamak değil.
Gazetecinin görevi, kamuoyu
fikirlerinin serbestçe oluşmasına aracılık ve yardım
etmektir.
Haber
kanalları
Türkiye'de yeni bir haber kanalı
yayın hayatına başladı. Azeri bir iş adamının sahip olduğu
HaberGlobal, piyasadan tecrübeli isimleri topladı.
Kanalın yayın politikası şimdilik
belli değil. İktidara yakın bir çizgide olacaksa örneği çok.
Muhalif kalacaksa Türkiye'nin siyasi atmosferinde yaşaması
imkânsız. Ortadan takılacaksa işi zor.
Bir dönem Katarlılar, Al
Jazeera'nin Türkiye ayağını kurmak istediler. Öncelikle internet
sitesi açtılar. Kanal yayına başlamadığı gibi internet sitesi de
kapandı. Oysa çok iyi habercilik yapıyorlar, özel dosyalarla ses
getiriyorlardı. Yani bırakın ayakta kalmayı yola bile
çıkamadılar.
Sahiplik yapısı, basının
aktörlerinin ideolojik saplantıları, yayın organlarının birer
'kale' olarak görülmesi sebebiyle iktidarlar, medyaya müdahale
edemedi. Müdahale etmek isteyen bedelini ağır ödedi.
AK Parti de ilk yıllarında arkaik
yapıyla kıran kırana mücadele etti. Fakat düzeni değiştiremedi.
Bunun üzerine kaynak çeşitliliğine gidildi.
Küçük medya grupları el
değiştirirken kurulan yeni haber kanallarıyla iktidarın sesini
duyurabileceği alternatifler çoğaltıldı. Ve ardından müthiş bir
dönüşüm başladı. Gezi benzeri kırılma noktaları dönüşümü
hızlandırdı. Ulusal kanallar ikinci plana düştü. Deve dişi gibi
adamlar tasfiye oldu.
Türkiye'de haber kanalları,
askerî vesayetin bitirilmesinde, mayınlı arazi olarak görülen
konuların konuşulmasında, 15 Temmuz darbe girişiminin
bastırılmasında ve AK Parti'nin kazanmasında önemli rol
oynadı.
Fakat bir soruna karşı ihtiyaç
olarak doğan haber kanalları, toplumsal sorunları aktarma hususunda
istekli değil.
Oysa haber kaynağı bakımından çok
zengin bir ülkede yaşıyoruz. Bugün Türkiye'de 15 haber kanalı yayın
yapıyor. Ama neredeyse bütün mecralar, ajanslara bağımlı.
Televizyonlar birbirine benzer programlarla dolu. Ekranlarda hep
aynı insanlar var. Bu kısır döngü ne zamana kadar sürer derseniz,
belli değil.
Çöööök!
Kasabadan vilayete giden
otobüslerde ayakta yolcu almanın yasaklandığı ilk yıllarda millet
bir hayli zorlanmıştı.
Uzun yılların alışkanlığını bir
çırpıda atmak kolay mı?
Otobüsçüler bir süre daha bu işi
kaçak göçek devam ettirdi.
Uzakta bir trafik polisi
göründüğünde muavin "Çööök" diye bağırır, ayaktaki yolcular hızla
koltuk hizasına gelirdi.
“Tehlike” geçtikten sonra da
herkes ayağa kalkardı.
Bu durumu polisler de bilirdi,
kuralı koyanlar da... Ama herkes birbirini idare
ederdi.
Otobüslerdeki trajikomik hâlin
bir benzeri bu sıralar okullarda yaşanıyor.
Kayıt parası istemek yasak. Ama
bağış adı altında alınıyor.
Velilere yardımcı kitap aldırmak
yasak. Ama öğretmenler ders kitapları yeterli gelmediği için
mecburen aldırıyor.
Geçenlerde bir okula müfettiş
gelecekmiş. Okul müdürü öğrencileri "Kimse yarın yardımcı kitabını
getirmesin" diye tembihlemiş. Kimse getirmemiş. Müfettiş gelmiş,
asayişin berkemal olduğunu görmüş ve gitmiş.
Herkes birbirini idare
etmiş.
Okul yönetimleri emrediyor,
öğrenciler 'çök'üyor, velilere masraf çıkıyor, bütçeler 'çök'üyor,
MEB sınav sistemine uygun kitap hazırlayamıyor, sistem
'çök'üyor...