Herhalde iflah olmaz şeytanım dürttü, seçim gecesi bir
sakinleştirici alıp uyuduktan sonra sabah Yılmaz Özdil’i
aradım.
Neden aradın diye sorarsanız hiç öyle bir nedeni yok.
Öylesine yani…
O sabah çevremde herkes herkesi öylesini arıyordu, ben de birini
arayayım dedim.
Bir tür kaybetmişler dayanışması diyebilirsiniz.
Yılmaz, Meral Akşener olayında farklı tavır alan gazetecilerden
biriydi ve ondan sonra yazarlıktan ayrıldı.
Oy vermek için İstanbul’a gelmiş.
“Nasılsın” diye sordum…
“Tuhaf bir şey, çalışmıyorum ama bugünlerde mutluyum” dedi.
Yanlış anlamayın seçim sonuçlarından dolayı mutlu değil.
Seçimden önceki ruh halini anlatıyordu.
İşssiz bir gazeteci…
Sosyal medyada gördüğüm bütün işsiz gazetecilerde gururlu bir
mağduriyet okuyorum.
Adeta övünüyorlar bu halleriyle…
Şimdi karşımda işsiz olduğu için mutlu hissettiğini söyleyen bir
gazeteci var.
Doğrusu, aynı durumda olup da mutlu olan tek kişi benim diye
düşünüyordum. Meğer yalnız değilmişim.
Hadi, ben emeklilik yaşındaki işssiz gazeteci olduğum için
anlaşılabilir bir durumdu.
Yılmaz ise daha genç.
Arkasından daha da ilginç bir şey söyledi.
“Hayatım boyunca yaptığım en büyük hatayı fark ettim…”
Merak ettim “neymiş” dedim.
“Çalışmakmış” cevabını verdi…
“Meğer hayatımdaki en büyük hatam çalışmakmış” diye tekrarladı
cümlesini…
Herhalde anlamışsınızdır, kendimizi rahatlatmak için gülerek ve
espiri yaparak konuşuyorduk.
Tabii ki işsizlik iyi bir şey değildir ve işssiz gazeteci
arkadaşlarımız için ikimiz de çok üzülüyoruz.
Üzüntümüzü atmanın bir yolu da kendimizle dalga geçmek.
Yine de kendi içimden, yani "bana göre”, altını çizerek tekrar
söyleyeyim, "sadece bana göre" bir sorgulamayı paylaşayım.
Bu sözlerde bir gerçeklik payı da olamaz mı?
Siyaset yazmanın, yazabilmenin sınırları iyice daraldığında,
“çalışmamak”, dolayısıyla “yazı yazmamak” mutluluk olmasa bile bir
şans haline dönüşemez mi?
Kendi payıma son yıllarda bu duyguyu çok yaşadım.
Çünkü siyasetin “Erdoğan’a vurmak” ile “Erdoğan’ı övmek" arasında
sıkıştığı günlerde, yazma dediğimiz eylemin çocuk havuzunda veya
onlarca metre yürüseniz de bir türlü diz boyunu geçmeyen sığ bir
denizde yüzme mecburiyetine dönüşmesi bana da çok bunaltıcı
geldi.
Tıkılmak istendiğim bir yankı odasında, kendimi, sadece alkış ve
yuhalama hakkına sahip bir gladyatör seyircisi, bir amigo gibi
hissettim.
Okyanuslara açılmak isteyen bir insanın, çocuk havuzunda veya
onlarca metre yürüdüğünüz halde bir türlü diz boyunu geçmeyen sığ
sularda yüzmeye mahkum edilmesi gibi bir duyguydu bu…
Kendi yarattığımız fanatik ve holiganlaşmış bir okuyucu ve izleyici
ile tuhaf bir ilişki…
İki tarafın da memnun olduğu bir tür öfke ve umut ticareti…
Seçim sonrasında da çok farklı bir duygu içinde değilim.
Düşünün bugün içinde Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesini yazmaktan
başka kaç konu kalıyor ki bir yazara…
Beklenen ve istenen duygu ekseriyeti bu değil mi…
Oysa bana göre, Ecevit dışında bugüne kadar görmediğim ölçüde
başarılı, umut veren, pozitif bir kampanya yaptı…
Neyse ağır ve tehlikeli mevzular bunlar…
Toplumun yarısının derin bir düşkırıklığı yaşadığı şu günlerde,
sahip olduğumuz tek lüks, bu çok küçük konfor alanımız…
O üç beş metre duygu alamızı “olağan bir şüpheli” olarak tarumar
etmeyeyim.
Bazen sığ sularda kalmak emniyetlidir.