Giuseppe’nin “yeni
gerçekçi” bir İtalyan filmini
anımsatırcasına başladım yazıma. Gerçekten de bir zeytin ağacının
altındayım; bir simit, ince belli bardakta demli bir çay yeter de
artar bana.
Zeytin ağacının dallarında yeni büyümeye
başlamış zeytin taneleri, bir tablo gibi gözümün önünde. Doğanın
bana sunduğu en büyük nimet, en büyük
keyif.
Bir an için kendimi aldatmaya, soyutlamaya
çalışıyorum çevremdeki selden, depremden ve faşizmin getirdiği
kaostan.
Eğer işçiler, gazeteciler, akademisyen dostlar
hapiste olmasaydı; gazeteleri, kanalları ürkmeden, korkmadan,
üzülmeden, acı çığlıklarını duymadan seyredebilseydim..
Yudumladığım çay ve seyrettiğim zeytin dalı ne büyük bir keyif
yaşatacaktı.
Gözlerim zeytin dallarında, kafam Silivri’deki
masum arkadaşlarda; yaşadığımız baskıda, şehit haberlerinde,
ülkemin adım adım demokrasiden uzaklaşmasında gidip
geliyorum.
Başımın üzerindeki zeytin dalından medet
umuyorum, bana kaçacak, sığınacak bir gölge verir diye.
Bir anda altımdaki zemin sallanıyor, beni
uykumdan uyandırırcasına: Erol uyuma, hayale dalma, zeytine
aldanma, karşı tepede bir yanardağ lav püskürtmeye hazırlanıyor
dercesine silkeliyor beni.
İş zeytinden
başlar
Türkiye’de 177 milyon zeytin ağacı varmış,
yaklaşık kişi başına iki ağaç. Zeytin bir uygarlığın simgesi:
Akdeniz’in doğusundaki Anadolu’dan batıda İberik Yarımadası’na
giden uygarlık tarihinin doğduğu ve geliştiği
alan.
Zeytin, gıda, yakıt, ışık, enerji olarak eski
çağlarda uygarlıklara mührünü vurmuş.