1980’lerin başından beri “sürdürülebilir üstünlükler kuramı”
üzerinde çalışıyorum. Uluslararası yayınlarda hatta Türkiye’deki
gazete makalelerimde de defalarca işledim.
ABD gibi “güçlü” devletler küresel boyutta bu konumlarını
sürdürebilmek için, çıtayı “sürekli olarak yükseltmek”
durumundadırlar. Aksi halde üstünlüklerini ve tekelci küresel
konumlarını koruyamazlar.
Eski Mısır’dan Roma İmparatorluğu’na, Japonların Pearl Limanı
baskınından ABD’nin Hiroşima’ya atom bombası atışına, İngiliz Demir
Lady’sinin Arjantin savaşından Trump’ın bugünkü
İran ve Kudüs saldırganlıklarına kadar “kurallar” hiç
değişmedi.
Küresel güçlü devletler dışında, azgelişmiş ülkelerin postallı ya
da dinci diktatörleri de “iktidardan gitmemek için” çıtayı sürekli
yükseltip, içerde daha saldırgan olmak durumundadırlar. Polisi,
askeri ya da dini kullanarak çıtayı sürekli yükseltip
saldırganlıklarını artırırlar.
Vefa Lisesi’nde öğrenci iken ara sıra tarih hocam Reşat
Ekrem Koçu ile Çarşıkapı’daki öğretmenler
lokalinde sohbet ederken İstanbul’un “kabadayılarını” birçok kez
duymuştum. Galiba “sürdürülebilir üstünlükler kuramı” merakım,
biraz da bundan kaynaklandı.(*)
Aynen “evrim teorisi”nde olduğu gibi: yılan çevre koşulları
ağırlaşınca, “daha öldürücü zehir üretmeye başlıyor”, hatta daha
belirgin, parlak renkleri binlerce yıl boyunca oluşuyor:
düşmanlarına zehrinin gücünü göstermek gibi, uzak durun diyor,
ABD’nin Kudüs’te bayrak göstermesi misali. Uygarlık ve ölüm
birbirini besliyor
İnsanoğlunun en büyük “çelişkisi” uygarlık ve felaketin birbirini
beslemesi: “Mısır uygarlığı”nın simgesi olarak algılanan dev
piramitleri üretmek için kaç bin insanın öldüğü, sakat kaldığı,
hatta öldürüldüğünü kimse ne anımsamak, ne de d...