1-“7Gün/7Bilge”
yazı dizisi toplumda çok büyük karşılık buldu. Toplumda dedim de,
sahi kim bu insanlar? Halen ülkede aydınlanmaya inanan, bulunduğu
yer neresiyse orada direnç gösteren insanlar var. Genco
Erkal’ın “Bu yüzyılda tüm devrimler ricat etti,
bir bizimki ayakta” sözü bir yanıyla doğru. Ama bir
yanıyla… Bu dönem kadar sanatçıya, aydına doğrudan saldırı olmadı.
Levent Üzümcü’nün “Oyuncular
Sendikası sarı sendika olma yolunda” sözleri akımda. Eğer
Metin Akpınar’a, Müjdat Gezen’e
sahip çıkamayacak kadar korkaksanız, neden orada duruyorsunuz ki?
Sosyal medyada yalandan yayımlanan iki satır metin kimseyi
kandırmaya yetmez.
Öyle ilginç günlerden geçiyoruz ki; sinemacılar
arasında tuhaf bir tartışma sürüyor, salon sahipleriyle film
yapanlar arasında. Sanırsınız ki nitelik, özgürlükler tartışılıyor.
Cem Yılmaz, Yılmaz
Erdoğan falan isyanda. Diyorlar ki;
“Salonlarda satılan mısır, filmlerden pahalı!”
Düşündüm de, mısırdan daha fazla ederi olan bir film yaptınız da
bizim mi haberimiz yok? İnsanlara neyi seyrettiriyorlar ki?
RTE’nin futbol kadrosunda görev yapacaksın,
iktidarın yayın organı TRT’de kültür bakanına övgüler düzeceksin,
sonra Yılmaz Güney’cilik oynayacaksın!
2-Hep söylüyorum, olan
biten ne varsa siyasal, kültürel olarak birbiriyle ilintili.
“Oyuncular Sendikası” bana Aziz Nesin’in
“Yazarlar Sendikası” türü umut verdi başta. Mehmet
Ali Alabora, ki bence öyle sanıldığı kadar siyasi bir
aktör de değildi, başarılı süreç geçirdi. Gezi kuşkusuz değerli
toplumsal göstergeydi hepimiz için, sanatçılar da yer aldı. İktidar
affetmedi, unutmadı o günleri, Alabora yurdunu terk etmek zorunda
kaldı, acıdır bu! Sonuç, sendika bir süre direndi ayakta kalmak
için, sonra Demet Akbağ başkanlığına teslim oldu.
Buradan Nesin gibi bir aydınlanma itirazı beklemek boşunadır.
Neticede Akbağ koşarak Yenikapı’ya gitti. Sahne ortağı da Yılmaz
Erdoğan, reisin top arkadaşı!
“7Gün/7Bilge”de tam da bu yüzden aydın
sorununa vurgu yaptım sıkça. Ayla Kutlu ile uzunca
konuşmuşuz. Kişinin kendine “Aydın” demesini ayıp sayıyor
Kutlu, haklı. Kanaat önderliğiyle de karıştırılmaması gerektiğini
söylüyor, bunda da haklı. İçinde düşün olmayan eylemcilik
“Aydın” olmak için yetmez. Ama en güzel tarif bir öğretmen
arkadaşımdan geldi: “Aydın kendi açmadığı toplumsal
yarayı saran kişidir” dedi.
3-Korkut
Boratav’ın “Bugün iktidarda olan İslamcı
faşizmdir” saptaması üstüne ne çok yorum geldi, bir bir
okudum. Hocanın derinlemesine tahlili ve Mustafa
Kemal analizi ölçüt koydu. Garip biçimde Mustafa Kemal’e
mesafe koyan sosyalistler var inatla. Korkut Hoca üstelik
coğrafyamızda “Kültürel İslam”ın sosyalist olmaya engel
olmadığını söylüyor. O halde? Mustafa Kemal’e, yani Cumhuriyete,
laikliğe gereksinim var!
Mustafa Kemal tartışmasına iki sarsıcı yanıtla
Taner Timur son noktayı koydu. İlki, “tarihi
ilerleten her hareket soldur” dedi. Bu bakışla
Kemalizmin çıkışını tarif etmiş oldu. Bir de “Abdülhamit”
kandırmasına mükemmel yanıt verdi. Görüyoruz ki İslamcılar bir
türlü bu büyük birikime karşılık isimler koyamıyor. Necip
Fazıl’a karşı Nâzım olur mu? Pes! Mustafa
Kemal’e karşı Abdülhamit olur mu? Sonunda
yenilecekler, düşünsel zeminleri yok!
Üzüldüğüm noktaysa, toplumun büyük kısmının
sindirilmiş olması, o ayrı!
4-Nâzım deyince, kitabım
“Tepeden Tırnağa Nâzım Hikmet”in
ardından söyleşilere gitmeye devam ediyorum. Bu hafta da Ataşehir
Belediyesi davetine katıldım. Kültür müdürlüğü iyi çalışıyor,
belli. Semtimizin çeperine yapılmış “Neşet Ertaş Kültür
Evi”nde hayli kalabalık toplulukla buluştuk. İnsanımız
umutlanmaya, derinlemesine tartışmaya ne denli aç kalmış meğer!
Bitmesin istedi dostlar söyleşi... Doğrusu ben de aynı duyguya
kapıldım. Şimdi “yazarlık atölyesi” açmak
niyetindeyiz.
Güç günlerden geçiyoruz, sanatçılara salonlar
verilmiyor, kitapçılar yapıtlarımızı satmaktan kaçınıyor. Ancak en
sinirlendiğim şu: Arayıp davet ediyorlar, seni görmek, söylemine
tanıklık etmek istiyorlar kimi şirketler, dernekler, okullar,
odalar; sonra, sanki onlara borçluymuşuz gibi: “Sizi çağırarak
neleri göze aldık bilseniz” diye böbürlenmeye
başlıyorlar. Ne tuhaf! Yazar, aydın, sanatçı, gazeteci sizden ne
dileniyor ki anlamadım!
Siyasal itirazı olan, özgürlük kavgasına giren
kimse sizi takmaz, korkularınızla ilgilenmez. Bir de üstüne
teşekkür mü bekliyorsunuz? Bu hafta takıntım oldu.
5-İnsan hakları sorunu
derinlemesine büyürken, hele de ırkçılık, dincilik bunca artmışken
İoanna Hoca’nın vurgusunu ciddiye almak gerek.
Ancak söyleşiden bana kalan “Bilge kişinin tek bir
arkadaşı olsa dahi yalnız değildir” cümlesi oldu. Şu günlerde
neredeyse otuz beş yıllık, uzunca ayrı kalınmış bir yoldaşlık,
dostluk üzerine düşünürken çıktı karşıma bu cümle. Dostlarım var,
yalnız da değilim sanırım. Elbet düşünce kavgasına girince,
varoluşsal sorunları kendinle tartışmaya başlayınca insan
buruluyor, kimsesiz hissettiği de oluyor bazı bazı.
Doğan Kuban’la da dostluk
üstüne konuştuk uzunca. Yalnız olmayı seçmiş bir bilge Kuban.
Çalışmaya, düşünmeye, okumaya olabildiğince çok zaman kalsın
istemiş yaşam boyu. Bizde sık rastlanan meyhane masalarına da pek
katılmak istememiş. Bilgelerle geçirdiğim zamanlarda bir yandan da
ne tür yaşam sürdüklerini de gördüm, düşündüm. Kişi bir ömür dolu
dolu yaşıyorsa başka huzurla yaşlanıyor. İmrendim.
Şuraya not düşeyim; Şule Aydın
tüm süreçte en büyük yardımcıydı, son dakika katkısıyla beni
kurtaran Eren Aysan da öyle ve Selnur
Aysever, bant çözümlemelerinde nasıl ciddi iş çıkardı.
Hepsine teşekkür borçluyum.
6-Enis
Batur’un “Ağaçlar Çiçekteydi” adlı Ahmet
Say hatıratına yazdığı önsözde şunun altını çizdim:
“Bunca baba gördüm tanıdım, böylesi bir
adanmışlığa hiç tanık olmadım. Fazıl’a inandı Ahmet
Say, onun şüpheli serüvenini yeğledi. Çetin engellerle
karşılaştığını anımsıyorum. Alıp oğlunu
Avrupa’daki müzik otoritelerine götürdüydü,
‘Gecikmişsiniz’ diyenler çıktı, aldırmadı
onlara, inatla savaşını sürdürdü, Fazıl’ın
yetişme sürecinde Mozart sonatları çalacak
ölçüde işin içine daldı: Utkunun arkasındaki
bedeli anlatmadı kimseye, sustu.”
Beni derinden etkiledi bu saptama. Babayım, kız
çocuğu babası ve bu süreçte tam da benzer kavgaya giriştim. Ahmet
Say’a güvendim, direncini anlıyor, örnek alıyorum. Öte yandan
Mozart’ın sanık sandalyesinde olduğu günlerden
geçerken acı tebessüm yerleşti dudağıma...