Mektup almak heyecan verir, mutlu eder insanı. Keşke yine öyle
olsaydı, gazeteden teslim edilen mektuplar yaşam sevinci verseydi.
Maalesef tersi oldu, acılar yazıyordu hapishanelerden gelen tutsak
mektuplarda. Zarflı, pullu, kalem inceliğiyle biçimlenmiş mektup
çağı bitti. Demir parmaklıklar ardındaki insanlar sesini duyurmak
için hâlâ bu yolu kullanmak zorunda gerçi. Doğrusu bir yanıyla dost
dokunuşudur mektup yazmak, almak, okumak; öte yandan farklı
zamanları yaşadığımızı gösteriyor bize. Mahpushanede zaman daha
ağır, farklı akıyor. Çocuk tecavüzcülerinin, kadın katillerin bir
yolunu bulup dışarı çıktığı zindanlarda, hâlâ on yıllara mahkûm
siyasi hükümlüler yatmakta. İşin siyasi, hukuki boyutunu kenara
koyuyorum, ancak ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor. Özellikle
hasta mahkûmların acılı öyküleri yürek burkuyor. Hukuk devleti
olmanın birinci göstergesi mahpushanelerin durumudur.
Bir insanın suçlu olması, hüküm giymiş bulunması hakları olmadığı
anlamına gelmez. Hele ki “suç nedir?”, “suçlu kimdir?” tartışması
sürerken, bunca kaygan zeminde kolayca yerler değişirken, ayrıca
üzerinde durmamız gerekir bu sorunların. İnsanlar asla hapse
düşeceğini aklına getirmez günlük yaşamda. İçerideki insanın tecrit
edilmesini umursamaz. Oysa mahpuslar da bu ülkede yaşamaktalar,
aileleri, sevenleri, hakları var.
“Hapishanenin dört duvarı arasından çıkıp kanser hastalığımla
birlikte oturmak istedim sizle sohbetlere... Nâzım’ın dilinden
dostça bir merhaba ve gerçek hikâyemle geldim yanınıza” diye
başlıyor Mesude Pehlivan’ın
mektubu. Özenle kurulu cümleleriyle aktarıyor kanser hastası
olduğunu. Dört ayda üç hapishane değiştirmiş. Bürokrasiyle, onur
kırıcı uygulamalarla boğuştuğunu yazıyor Pehlivan. Doktoruyla baş
başa görüşme hakkına saygı duyulmadığından, elleri kelepçelenerek
(jandarmaya) bir hayvan...