Otuzlu yıllar (neredeyse yenisi geliyor!) birçok alanda
"uydurukçuluk" yıllarıdır.
Özellikle tarihte ve dilde...
Olmayan bir "Türk tarihi" yaratılmış, Orta Asya'dan "göç yolları"
icat edilmiş, bütün dünyanın aslında Türk olduğu bile
söylenmişti.
Kafatası ölçümleri de cabası...
Mimar Sinan'ın Türk olduğunu kanıtlamak için mezarını açıp
kafatasını çıkarmalar falan... Afet Hanım'ın marifetleri...
Dilde de Osmanlı etkileri silinmeye çalışılmış, "Çağatayca"
kaynaklı yapay bir dil uydurulmuştur.
Bunlar, "zamanın ruhuna" uygun olarak bir yandan Nazi ırkçılığına,
öbür yandan Sovyetler'in "yeni dil uydurukçuluğuna" denk düşen
gayretkeşliklerdi. (Örnek: Sovyetskii Narodni Komissariat yerine
onun kısaltması "Sovnarkom"...)
George Orwell o ünlü "1984" romanında bunlarla ne güzel geçer
dalgasını... ("Too bad" yerine "double plus ungood"...)
Devrimleri emirle yapmışlardı ya, dili de emirle
değiştirebileceklerini sandılar.
"Şapka giyeceksiniz" emri demiri kesiyordu ama "böyle
konuşacaksınız" emri kesmiyordu...
Sonra hatalarını anlayıp aşırılıktan vazgeçtiler ama Türk Dil
Kurumu'nun bu temel eğilimi süreklilik kazandı. Kuruluş nedeni
buydu.
TDK durup durup "sözcük" uydurur (kelime yani), bunların kimisi
tutar, kimisi tutmaz... Keyfe keder...
Diyelim "yenilgi" tutmuş ama "yengi" tutmamıştır.
"Güldürü" tutmuş ama "ağlatı" tutmamıştır.
"Gerçek" (verite) ile "gerçeklik" (realite) arasındaki farkı da
kimse anlayamadı.
"Özçekim" hiç tutmadı mesela, gençlerimiz "selfie" demeyi
sürdürüyorlar.
Ecevit'in bir CHP çocuğu olarak kullandığı "olanak, olasılık" gibi
laflarla da dalga geçilirdi...
Sonra günün birinde "nodallık" deyince beyninde bir hasar olduğu
anlaşıldı. Kısa bir süre sonra da komaya girdi rahmetli.