Tarih okurken, padişahların taht için kardeşlerini,
evlatlarını boğdurmaları beni çok etkilemişti.
Çocuktum daha o zamanlar:
Mutlu bir aile yaşamı içinde, devlet nedir, iktidar nedir, iktidar
hırsı nedir, devleti ele geçirmek ne demek,
bilmiyordum...
Koskoca bir imparatorluğun bir ailenin “mülkü” olması ne
demek, tam anlayamıyordum!
Ailemin sorunsuz dünyasında, sokakta oynayarak, denizde yüzerek,
bahçede ağaçlara tırmanarak, arkadaşlarla erik ve atkestanesi
savaşları yaparak, cam bilyelerle kafa-karış oynayarak, arta kalan
zamanlarda da kitaplara gömülerek, keyif içinde, dünyayı, insanları
tanımaya, geçmişi öğrenmeye çalışıyordum.
Annem, babam ve ağabeyim sayesinde elimin altında
bulduğum Tarih
Mecmuası veAbdullah Ziya
Kozanoğlu ile Feridun Fazıl
Tülbentçi’nin kahramanlık romanları, tarih merakımı
gıcıklamış, ciddi kitaplar da okumaya başlamıştım.
Kellesi vurdurulan sadrazamların öyküleri de beni çok
etkiliyordu...
Bir yandan padişahlar tarafından kellesi alınan sadrazamlara
acıyor, öte yandan saray entrikalarına, özellikle de kadınların
iktidar hırslarına kurban giden evlatlara, kardeşlere, padişahların
zulmüne akıl erdiremiyordum.
Ama “İyi ki böyle dönemlerde yaşamıyoruz” diye düşündüğümü
ve “Cumhuriyet döneminde doğduğuma şükrettiğimi” çok iyi
anımsıyorum.
***
Saray’a ve Tek Adam Yönetimi’ne
karşıydım:
29 Nisan 1960’ta Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üzerimize
doğrultulan polis tabancaları ve asker tüfekleri, 12 Mart 1971 ve
12 Eylül 1980 darbeleri ve bunları izleyen askeri yönetim
dönemleri, benim zihnimde
hep “geçici” kesintilerdi.
“Çoğulcu demokrasiyi”, “çoğunlukçu baskı rejimi” olarak
yorumlayan sağ iktidarlar döneminde de demokrasi umudunu, demokrasi
için mücadele gücümü hep korudum...
Çünkü Saray’a ve Tek Adam Yönetimi’ne
karşıydım!
***