Hafta içinde Mehmet: Bir Cihan Fatihi adlı dizi ekranlara veda
etti. Bir dizinin yayından kalkması bana üzüntü verir. Onca para,
onca emek, onca zaman boşa gitmiş, set işçisinden yıldız oyuncusuna
neticede insanlar işsiz kalmıştır. Tabii olmayacak duaya da amin
dememek gerekir. İkinci Mehmet İstanbul'u aldığında 21 yaşındaydı.
Onu canlandıran Kenan İmirzalıoğlu ise 44'üne merdiven dayamıştı.
Pek olacak iş değildi. Filminden romanına, İstanbul'un fethini konu
alan popüler kültür eserlerinde, gemilerin karadan yürütülmesine
büyük önem verilir. Çoğunda da 'dünyada ilk kez uygulanan dahiyane
fikir' diye sunulur. Hiç kuşkusuz ilginç bir fikirdir. Ancak
biricik değildir. 15'inci yüzyıla gelene kadar, dünyanın birçok
yerinde gemiler karadan yürütüldü. İşte bunlardan birkaç
tanesi:
Ispartalılar, Peloponez Savaşı sırasında, MÖ 428'de gemilerini
karadan yürütmüştü.
Bunun bir benzerini, Romalı amiral Niketas Orifas 872 yılında
bugünkü Korent Kanalı'nın civarında yapmıştı.
Paris'i kuşatmaya gelen Normanlar, 9'uncu yüzyılda gemilerini
karadan Sen Nehri'ne taşımışlardı.
Gemilerin karadan yürütülmesi, 1097'deki İznik kuşatmasında da
uygulanmış, Bizans komutanı Aleksios Komnenos, Selçuklulara karşı,
Gemlik'ten aldığı gemilerini karadan yürüterek İznik gölüne
indirmişti. İşin ilginç tarafı ona yardımcı olan gruplar arasında
paralı asker olarak savaşan Türkler de vardı.
Daha da ilginci, büyük denizci Aydınoğlu Umur Bey, Fatih'ten 115
yıl önce, Venediklilere karşı savaşırken, gemilerini yine bugün
Korent Kanalı'nın bulunduğu yerden yürütmüştü. Fatih gibi gayet
kültürlü bir padişahın bunların en az birinden haberdar olmaması
düşünülemez. Zaten zeki ve becerikli bir komutanın, illa yepyeni
buluşlar yapması gerekmiyor. Önemli olan doğru taktiği, doğru
zamanlamayla uygulamasıdır. Gemilerin 21 Nisan'ı 22'ye bağlayan
gece karadan yürütülmesi, 38 gün sonra, 29 Mayıs'ta gerçekleşecek
fethe tali bir katkı yapmıştır. Ancak muazzam bir moral bozukluğuna
yol açtığı kuşkusuzdur. Aynı Macar Urban'ın döktüğü devasa top
gibi... Bu top surlarda kayda değer gedikler açamamıştı. Ancak
patladığında öylesine korkunç bir ses çıkarıyordu ki Bizans ahalisi
bunu Tanrı'nın gazabı olarak görüyordu. Merak ediyorum: Tarihi
gerçeklerden kopmadan olayları dramatize edecek bir yerli dizi iş
yapar mı?
DİŞİSİ ERKEĞİN 40 KATI
Genellikle doğaya bakarız ve gördüklerimizi kafamıza göre
yorumlarız. Sonra da bu yorumu dünyanın büyük gerçeği sanırız. Bu
yüzden "Yuvayı dişi kuş yapar" diyerek işin içinden çıkmışız.
Halbuki bu eksik bilgi. Yuvaya yapmaya gelince iş kuşun cinsine
göre değişiyor. Bazı türlerde dişiler, bazılarında ise erkekler
yapıyor yuvayı. Balıkkartalı denilen kuşlar ise yuva inşasında tam
bir işbölümü ortaya koyuyor. Erkek kuru dal parçaları getiriyor,
dişi yuvayı örüyor. Bunlar çok eşli değil. Her yıl aynı yuvaya
dönüyor, onu tamir edip oturuyorlar. Bir başka gözlem de,
erkeklerin dişilerden daha büyük ve güçlü olduğu yönündedir. Tabii
bu da kısıtlı bir gözlem... Geçen gün derin sularda yaşayan fener
balığı hakkında YouTube'ta bir belgesel izliyordum. Bu türün çirkin
mi çirkin dişisi, erkekten 10-15 kat büyükmüş. Hatta 40 kat büyük
olanlar da varmış. Bir de üreme şekillerini anlatayım da şaşıp
kalın: Çiftleşmek isteyen dişi, özel bir koku salıyor. Bunu
hisseden erkek, dişiyi ısırıp kenetleniyor. Böylece erkeğin kanı
dişinin kanına karışıyor. Erkek kenetlenme sırasında sperm
üretiyor. Ancak o arada organlarını da kaybediyor. Sonuç: Dişi
balık erkeğin ölümüne yol açan bu tuhaf operasyon sonunda bir
milyon civarında yumurta üretiyor. E hani doğada güçlü olan
erkekti? Yoksa bütün yaptığımız hayallerimizi hayvanlara yansıtmak
mı?
NE PARA NE DE PUL... İŞTE MUTLULUĞUN SIRRI
Bilimciler hayatı didikleyip duruyor. Araştırmadık alan
bırakmıyorlar. Bir süredir mutlulukla ilgileniyorlar: Nasıl mutlu
oluruz? Bizi ne mutlu eder? Mutluluğu araştırdıklarını duyduğumda
hemen aklıma şu soru geldi: Acaba biz Türklerin sırrını da çözmüş
olabilirler mi? Biliyorsunuz: Anketlerde Türkler hep mutlu çıkıyor.
Döviz almış başını gitmiş, işsizlik var, eğitim yerlerde sürünüyor,
trafik kazaları, şehitler... Ama biz halk olarak mutluyuz! Hatta
2012'de dünya üçüncüsü olmuştuk. Nasıl oluyor da oluyor? Yıllardır
beynin kararları nasıl verdiğini araştıran ABD Northwestern
Üniversitesi'nden Moran Cerf'in çalışmaları buna bir cevap bulmuş
olabilir. Morgan Bey diyor ki "Mutluluğumuzun ne parayla alakası
var, ne statüyle, ne de deneyimlerle..." En önemli şey neymiş
biliyor musunuz? Kiminle vakit geçirdiğimiz! Evet, aynen böyle...
Sevdiğimiz kişilerle (arkadaşlar, akrabalar, vs.) birlikte olmak,
insanın mutlu olmasındaki en önemli faktörmüş. Paradan da
önemliymiş, koltuktan da... Nasıl olduğunu Morgan Cerf
anlatıyor:
Karar vermeye çalışmak beyni strese sokar ve yorar. Ne giyeceğim?
Kime gideceğim? Hangi müziği dinleyeceğim?
Halbuki arkadaşlarla birlikte olmak bu zoru aşmamızı sağlar. Hatta
birlikteyken, beyin dalgalarımız arkadaşlarımızın beyin
dalgalarıyla uyumludur. Kararları ortaklaşa alırız. Bu sayede
yorulmayız. Böylece strese girmeyiz ve mutlu oluruz. İşte cevap bu!
Sürüden ayrılmaktan fevkalade korkan bir halktır Türkler. Hep
benzerleriyle birlikte olurlar. Sıra dışına çıkmaz, kırmızı
çizgileri aşmazlar. Sonuç: Az stres, bol mutluluk... Ne güzel değil
mi?