Can Dündar ile Erdem
Gül, benim sadece yıllara uzanan, ortak bir mesleki tarihi
paylaştığım arkadaşlarım değil. Onlar,
iki “iyi” gazeteci. Can ve Erdem ile dostluğumuzun temeli
de başka bir şeye dayanmıyor zaten: İyi gazetecilik.
Çünkü bilen bilir ya, evrensel ölçülerde hakkı verilerek yapılan
gazeteciliğin, “iyi insan” olmaktan başka bir sonuç
üretmesine, ne imkân vardır, ne de ihtimal.
Ve ister muhabir olsun, ister genel yayın yönetmeni, ister
yazar...
İyi gazeteciliğin ilk yapı taşında, iradesini hiçbir güç odağına
rehin bırakmamak vardır.
İyi gazeteci, ne mahçup edici suskunluğunu, “ekmek
parası” diye maskeleyip esnaflaşmayı kabul eder, ne
de “taksit” kabusuyla, iktidarla arayı bozmamak adına
kötü bir devlet memuru kopyasına dönüşmeyi.
İradesini güç odaklarına rehin bırakmayan gazetecinin kutsalı
tektir:
Bizden topladığı vergilerden oluşan katrilyonluk bütçeleri,
orduları yöneten iktidarların sebep olduğu haksızlıkları,
adaletsizlikleri, haber yazarak sorgulamak.
Can ile Erdem’e bugün reva görülen muamele; iradelerini, siyasi,
dini ekonomik hiç bir iktidar odağına rehin bırakmamış, gücü
kullananlarla ittifakı reddeden gazeteciliğin bedelidir.
Ve Can ile Erdem’e ödetilmek istenen bedel için kullanılan hukuk,
baştan sakattır.
Herşeyden önce bir Cumhurbaşkanı, sadece şahsını ilgilendiren
konularda şikayetçi olabilir.
Aksi, “tarafsızlık” ilkesinin ihlalidir.
Can ile Erdem’i şikayet eden dilekçede “gerçeği yansıtmayan
haber”den bahsediliyor.
Bu şikayet, bir haberi aynı anda hem “devlet sırrı”, hem
de “gerçeği yansıtmıyor”diye tarif ederek baştan ölü
kurulmuştur.