Her şehrin, kimliğiyle bütünleşmiş semtleri var malum.
Komşu bildiğimiz, yüzyüze baktığımız binaların pervasızca birer
ikişer yıkıldığı bu hoyrat çağda, “kalan küçük
mutluluklardan biri nedir?” denilse cevabım belli:
Tarihsel kökleri olan bir semte adını veren asıl unsurun yaşıyor
olması.
Eylül güneşi altında bu satırları yazdığım Kavaklıdere,
kendini Ankaralı sayan herkes için böylesi bir mütevazı mutluluğun
kaynağı olabilir.
Kavaklardan söz ediyorum.
“Champs Elysees’ye benzeyecek” yalanıyla
otoban taklidi “bat-çık”larla delik deşik edilen
bulvar ve kavşaklara rağmen 100 yıldır ayakta duran kavaklarla bir
arada olmanın anlamından. ★★★ Bütçe harcamalarını didikleyip kamu
kaynaklarını sorgulamasına alıştığınız bir gazeteci için, ihtimal
ki naif bulunacak bu satırlara niye ihtiyaç duydum?
Paylaşayım:
Meslek yaşamımın tamamına yakın kısmı -kısa bir parantez dışında-
Kavaklıdere’de geçti.
Geçtiğimiz haftalarda üzüntülü bir iç huzuruyla ayrıldığım (ama
sonsuza dek yaşamasını dilediğim) Cumhuriyet, öncesinde iktidar
marifetiyle el konulmuş Akşam, hayli uzun yıllar haber peşinde
koşturduğum Hürriyet, içinde çalışmasam da arkadaşlarımın olduğu
-eski- Milliyet ve nihayet ardımda kalan onyıllara karşın, bir
“ilk” yazının olanca heyecanını her kelimesinde hissettiğim
Sözcü.
Saydığım gazetelerin tamamının Ankara büroları, birbirlerine yürüme
mesafesindeydiler. (Ve tam da bu sebeple belki de Kavaklıdere’yi
Ankara’nın ikinci “Rüzgarlı”sı diye tarif etmek
yanlış sayılmaz. ) ★★★ Hayatın içine sakladığı sürprizleri tahmin
edemiyorsunuz.
Geçen gün önünden geçerken yıkım aşamasına geldiğini görüp
üzüldüğüm Hürriyet binasına bakarken o yıllardan bu yana
“abi” diye seslendiğim Bekir Coşkun ve Emin
Çölaşan ile kısa bir süre sonra yeniden aynı çatı altına olacağım
aklımın ucundan geçmezdi.
Ama oldu ve iyi ki oldu. Ankara Temsilcisi Saygı...