Okuyacağınız satırları, -her zaman olduğu
gibi- Ankara Büro’da değil; Cumhuriyet’in İstanbul’daki merkez
binasında yazıyorum.
Katlar, alışılmışın dışında
hareketli.
Koridorlarda, merdivenlerde telaşlı adımlara
eşlik eden sevinçli karşılaşma nidaları, kucaklaşma
sesleri.
Bu köşenin düzenli okurları, her pazar Haftanın
Demi’nde en az dört konu işlediğimizi, hepimizi ilgilendiren
alanlarda yeni gelişmeleri duyurduğumuzu bilir.
Bugün biraz daha farklı olacak.
Arkadaşlarımız Murat Sabuncu
ile Ahmet Şık’ın 500 güne yaklaşan tutuklulukları
sona erdiği için sevinçliyiz.
Büyük ama bir o kadar da kırık bir
sevinç.
Toplanan delillere, tamamlanan belgelere
rağmen, operasyon başladığında tutuklanacağını bile bile
yurtdışından dönen Akın Atalay’ın tutukluluğunun
devamına karar verildi.
Murat ve Ahmet için toplanmış ve tamamlanmış
delil ile belgelerin Akın Atalay’ın tahliyesine yetmemesi,
Cumhuriyet davasının normal bir “dava” olmadığının son
kanıtı oldu.
Tabii mahkeme başkanının kararı açıklarken her
bir arkadaşımız için ifade ettiği cümlecikler, adaletin nasıl olup
da bir lütuf tarzında dağıtıldığını sergilemesi bakımından, ayrıca
iç karartıcıydı.
Sözüm ona esprili, sözüm ona insani bir tarzda
söylenen sözler için geniş bir değerlendirme yapılabilir elbette
ama durumu özetleyen en iyi kelime gayri hukukiliktir.
Bu kadar da değil.
Mahkeme başkanı yargıcın Ahmet Şık için
Soner Yalçın’ın yazısına atfen, annesinin
üzüntüsüyle bağ kuran, Murat için Boğaz özleminin “gitsin
görsün, gitsin hasret gidersin” ifadeleri, eğer
espriyse kötüydü.
Akın Atalay’ın tutukluluğunun devamı kararını
açıklarken “Gemiyi en son kaptanlar terk eder”
sözü ise tıpkı bir önceki duruşmadaki “kırık bir aşk
hikâyesi” teşbihi kadar fenaydı.
Hadi, Atalay’ın İcra Kurulu Başkanlığı’na atfen
söylenen “kaptan” kelimesi gerçekçi diyelim. Peki gemi ne,
neresi?
Gemi Silivri mi? Silivri batıyor mu?
Özgürlüğünüze, bağımsız iradenin değil bir
başkasının karar verdiği böylesi bir hukuksuzluğu “gemiyi
terk” ifadesiyle açıklamanın izahı nedir? Özgürlük bahşedilen
bir şey midir?
Bütün bu sorulara mantıklı insanlar gibi
beyhude yere cevap aramak yerine “adalet lütuf gibi
dağıtılmaz” deyip noktayı koyalım.
12 saatlik
‘duruşma’
Bilen bilir, upuzun görünen bazı yazıları,
adeta tek bir cümleymiş gibi okuruz.
Yazarın mahareti kadar, hikâyenin gücünden de
gelir bu.
Sabahtan gece yarısına dek süren Cumhuriyet
duruşması da böyleydi.
12 saat, bir saat gibi geçti. Dahası, çok erken
saatlerde Silivri yollarına düşerek başlayan cuma günü, gece
yarısına dek tahliyeyi beklediğimizden olsa gerek, bugün bu
satırları yazarken bile devam eden tek bir günün içindeymişiz
duygusu yaşatıyor.
Cumhuriyet davası duruşması 12 saat
sürdü.
(Değişik gerekçelerle verilen üç aranın
ardından nihayet karar açıklandığında, saat 22.18’i gösteriyordu.
)
Aslında bu kadar yoğun ve hareketli akan,
içinde hukuk olan, adalet dağıtılan oturumların adına “duruşma”
demekte tuhaf bir yan var.
Merak edip baktım, sordum. Latin dillerinde bu
kelimenin karşılığı olan sözcüklerin ağırlıklı olarak “dinleme”
fiilinden geliyor.
İngilizcede “hearing”, Almancada “verhör”
Fransızcada “audience” .
Bizde ise insanın özgürlüğüyle ilgili bir
kelime, karşılıklı durma halini anlatan bir kavramla ifade
ediliyor. Duruyoruz duruyoruz duruyoruz.
Batı dillerine “dinleme”ye öncelik veren
yargılama mantığının bizde durmak fiilinden türetilmesi adalet
sistemi konusunda çok şey anlatıyor.
‘Mahalle ayrımı
yapmadan’
Kimbilir kaçıncı kez anladık ki, vicdan, adalet
ve hakkaniyet duygusunun hukukçu sıfatlarıyla zerre ilgisi
yok.
Dün vakit öğleye yaklaşırken gazeteye geldi
arkadaşlarımız.
Sadece sevenleri, arkadaşları değil bağımsız
medya kanallarından meslektaşlar kuşattı Murat ile Ahmet’in
çevresini.
Hayatın ileriye doğru yaşanıp, geriye doğru
anlaşıldığı doğrudur.
Ömürden ömür alan, onca uzun zaman haksız
hukuksuz içeride kalmış olmanın ağırlığını taşımak hiç de kolay
olmasa gerek.
Fakat ne Ahmet, ne de Murat.
İkisi de 500 gün içeride kalmışlıklarından, bu
sürenin maddi manevi kendilerine ne etkilerde bulunduğuna dair tek
sözcük etmedi.
Bu tutum, zaten bu ağır bedelin neden
ödendiğinin de sebeplerinden biri olsa gerek.
Fakat böyle bile olsa ülkenin hukuksuzluk başta
temel sorunlarının varoluşun bu kadar en önüne koyulması,
gazetecilik ve insanlık adına güç veriyor.
Hele Murat Sabuncu’nun, bu mücadeleyi
yürütürken “mahalle ayrımı yapmadan” ifadesi o kadar değerliydi
ki.
‘Ahmet kızacak yine ama..’
Ahmet Şık 434 gün sonra Silivri cezaevinden
çıkarken “Şunun altını çizerek söylüyorum ben hiçbir şekilde
sevinçli değilim” dedi.
Akın Atalay “içeride” tutulurken
dışarıdakilerin de sevinmesini istemediğini de ekledi. Haklı.
Atıfta bulunduğu “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim”
sözü yalnızca Atalay’a yönelik dostça bir vefa duygusundan
kaynaklanmıyor.
“Sevinçli değilim” Akın Atalay’ın tahliyesini
geciktiren “irade”nin normalleştirilme tehlikesine karşı
uyarı.
Yine bu söz sosyal medyada espri konusu
olmaktan kurtulamadı.
“Ahmet’i kızdırma pahasına” sevinçli
olduklarını söyleyenler çıktı.
Gerçekten de Ahmet’in artık kamuoyuna ve temel
kurumlar nezdinde yer etmiş, ünlenmiş bir “öfkesi” var.
Ağır ceza reislerine dahi ihtiyat cümlesi
kurduran bir öfke bu.
Duruşmanın sonuna doğru “Şimdi Ahmet bana
kızacak ama örneği yine ondan vereceğim” sözünü başka türlü izah
edemeyiz.