İranlılar Ortadoğu’nun yeniden şekillenmekte
olduğu hassas bir dönemde, belki de İslam Devrimi’nin geleceği
açısından kritik bir cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyor.
Eğer bir ülkenin etkinlik düzeyini belirleyen unsurlardan birisi,
dostların da düşmanların da gözünde “ciddiye alınmak” ise
denilebilir ki, İran böylesi bir ülke. ABD ve Körfez’in
Vahhabi/Selefi monarşilerinin ‘tehditleri’ altında son
yıllarda askeri ve siyasi etkinliğini muazzam artırdı. Diğer yandan
enerji zengini, 80 milyonu bulan genç nüfusuyla neoliberal küresel
sistem için iştah açıcı bir ülke. Ne ki, mesele 38 senelik İslam
Cumhuriyeti’nin Batı’ya ve özel olarak İsrail’e karşı tesis ettiği
‘direniş hattına’ gelip dayanıyor.
***
İran’ın İslami Cumhuriyeti, bir yandan
‘meşruiyetini’ sandıktan almaya özen gösterirken, diğer
yandan Şii ulemanın çerçevesini çizdiği bir kurumsal sisteme
dayanıyor. İslam Devrimi ülkedeki solu gömdüğünden beri içeride
‘dinci’ sağ muhafazakârlık ve genelde ‘reformcu’
diye anılan ılımlı ve liberal pragmatistlerin iki ana hattı
oluşturduğu bir yapı var.
Müesses nizam, geçmişte maruz kalınan dış müdahalelere karşı
toplumda bir ‘savunma bilinci’ geliştirmeyi
başarmış adeta bir kale misali. Lakin genç nüfus ve dünyaya açılma
arzusu da sistemi sürekli zorluyor. Son 15-20 senedeki
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, katılım oranları ve kazanan adaylara
bakıldığında bile (Muhammed
Hatemi ve Hasan Ruhani’ye karşı
Mahmud Ahmedinejad örneklerinde net görülür); ne
zaman bir ılımlı ve reformcu bir aday söz konusu olsa, oranların
arttığını, muhafazakâr adaylarda da azaldığını tespit etmek
mümkün.