Mimariye, tarihe, elimize ulaşmış olan eserlere yaklaşımımız tam
manasıyla “evlere şenlik”. Güzelden, estetikten anladığımız tek şey
“modern” (ne demekse) olması, cicili bicili, janjanlı olması,
popüler tabirle “havalı” durması. Öyle olunca da ister istemez
saçma sapan isimli lüks siteler, rezidanslar, AVM’ler, camlı camlı
gökdelenler bizim için güzelin ölçütü oluyor.
Tarihe bakışımızda aynı yüzeyselliğin ürünü. Restore ediliyor diye
resmen “ucube”ye dönüştürülen veya iğdiş edilen bir sürü yapı var.
Ağrı Doğubayazıt’taki o muhteşem İshak Paşa Sarayı’nın çatısına
“pimapen” yapmak, tam da bizim yaklaşımımızın özeti değil mi?
Veyahut İznik Orhan Gazi Camii’nin rezil edilen kapısı… Buzlu
camdan mamûl kapılar ve kapı kanatlarının üzerindeki çiçek
desenleriyle sanki bir kadın kuaförü girişine döndürülmüş bir yapı.
Camın üst tarafına da “Ayasofya Orhan Camii” gibi saçma sapan bir
ifade yazılmış.
Tarihe, mimariye, eserlere yaklaşımımızın hiçbir derinliği olmadığı
gibi herhangi bir kaygısı da yok. Büfeye, dükkana dönüştürülmüş
harika işçilik ürünü çeşmelerin yanından geçip gitmiyor muyuz her
gün? 50-60 sene önceki haline iç geçirilen bir duruma düşürülen
Taksim Meydanı öyle değil mi? 40’larda, 50’lerde iyi kötü bir
yeşilin göründüğü, tutarlı bir çevre düzenlemesine sahip olan
meydanın bugünkü “kepazeliği”ni de modern bir tasarım olarak mı
düşünmemiz gerekiyor?