Paul Thomas Anderson’ın yeni filmi “Phantom Thread”, elbiselerimizin astarlarında sakladığımız zaaflarımızla nasıl mücadele ettiğimizi/edemediğimizi anlatan saplantılı bir aşk filmi…
Hani bir ara Oscar Wilde’ın ünlü şiirinin en akılda kalan
mısrası “Herkes öldürür sevdiğini” pek bir modaydı… Bir TV
dizisinde kullanılmıştı sanırım, sonrasında popüler olmuştu.
Wilde’ın şiiri aşkın içinde saklı olan acımasızlık duygusunu güzel
anlatır. Bizde de halk arasında ‘insan en çok sevdiğini üzer’ diye
söylenen, aslında çok bilinen bir genellemenin şairene bir
ifadesidir bu.
Sevdiğimiz veya aşık olduğumuz insanların en güzel özelliklerine
vuruluruz. Çoğunlukla bizde olmayan özelliklerdir bunlar. Bir
yeteneğine, hayata karşı duruşuna, gücüne, bakışına, iç dünyasına,
hayal gücüne, bizden farklı çalışan zekasına, mantığına, düzenine
vs. Ama bazen insanın kendi egosu, ezer geçer o aşkı, onu başka bir
şeye dönüştürür. Sevdiğiniz kişi bir gizli limanınız olmaktan
çıkar, altetmeniz gereken bir rakip olur sanki. Size bağımlı olsun,
varlığını ve sevdiğiniz bütün özelliklerini sanki size borçlu
olsun, siz onun en büyük ilhamı olun. ‘Ben olmasaydım yapamazdın’
deyin. O da sık sık “sen olmasaydın yapamazdım” desin. Büyü
bozulsun önemli değil, yeter ki birisi diğerine muhtaç olduğunu
kabul etsin. İnsanoğlunun ‘ben’cil yanının dizginlenememesinin bir
sonucu; insan mecburen değiştirir sevdiğini bazen. İlişki giderek
bir egemenlik savaşı haline dönüşür.
Meseleyi sadece erkek açısından ele aldığınızda önemli bir değişken daha giriyor devreye: anne. Dünyada ilk tanıdığımız kadın, ilk aşkımız, en sevdiğimiz karşı cinsimiz, bize hayat veren kadın… Erkek çocuğun anneye olan bağımlılığından sağlıklı bir şekilde ayrılması gerekiyor. Ama bu pek de kolay değil. Çünkü erkek çocuğu bunu her zaman gönüllü bir şekilde yapamıyor, buna mecbur olduğu için bu konunun ‘üstesinden gelmeye’ çalışıyor. Bu durum kız çocuklarının babalarıyla yaşadıkları elektra kompleksinden çok farklı ve çok daha zor bir süreç.