Çağan Irmak’ın toplumsal duyarlılığından ve samimiyetinden kimse şüphe duyamaz. Giderek bir korku filmine dönüşen “Çocuklar Sana Emanet”de de çok önemli bir yaraya parmak basıyor. Ama yine de bu hikaye böyle anlatılmamalıydı sanki…
Türk sinemasının yıldız yönetmenlerinden biri olan Çağan Irmak,
en çok sevilen filminden en az ilgi gören filmine kadar her
filminde bu ülkenin değerli ve üretken sanatçılarından biri
olduğunu ortaya koymuş bir yönetmendir. Irmak, ülkesinde yaşanan
pek çok olumsuzluğa karşı duygusal tepkiler gösteren, duyarlı bir
sanatçıdır da. Mesela önceki filmlerinden “Ulak”ta da çocuklarına
kötü davranan bir toplumun beladan kurtulamayacağını mistik bir
hikayeye sarıp sarmalayıp anlatmıştı. Nitekim yeni filmi “Çocuklar
Sana Emanet”te de aynı duyarlılık üzerine inşa edilmiş ama çok
farklı bir hikayeyle çıkıyor karşımıza. Irmak’ın samimiyetini ve
ele aldığı meseleye dair kızgınlığını anlamak zor değil. Ama yine
de ters giden bir şeyler var bu filmde…
Açıkçası filmin hikayesine dair bazı bilgileri vermeden film
hakkında bazı cümleler kurmak da pek mümkün değil. Bu yüzden çok
kısa şöyle ifade edeyim: genç bir adam olan Kerem, Assos’taki
evlerine giderlerken karısını da kaybettiği trajik kazada orada
yaşayan bir çocuğun da ölümüne neden olur. Sonrasında ne yaparsa
yapsın vicdan azabından kurtulamaz, ölen çocuğun hayaletini,
yanında korkunç bir varlıkla beraber görmeye başlar. Kerem yine
Assos’da tanıştığı gözleri görmese de gönül gözü açık olan Zişan
adlı bir bilge kadından yardım ister.
Filmin hikayesindeki iki temel sorunun ilki, ele aldığı meselenin
iki farklı damarının organik bir yapıda birleştirilememiş olması.
Kerem çocukluğu sırasında şahit olduğu bir çocuk tacizinin
başkişisiyle hesaplaşmasını neden bir çocuğun ölümüne sebep olduğu
bir sırada yaşıyor? Yani iki olay birbirini nasıl tetiklemiş
oluyor? Elbette insanlar bazen bir duvara çarptıklarında bazı
şeylerle yüzleşmeye başlarlar. Ama filmde Zişan’ın ‘ölü çocuk diğer
tarafta annesini ararken yanlış bir kapıyı açmış’ açıklaması bu
kesişmeyi tatminkâr bir şekilde ortaya koymaktan çok uzak. Ayrıca
kaybedilen eş filmin başında ana meselenin bir parçasıymış gibi
gözükse de sonra bir figüran olarak kalıyor kenarda.
İkinci temel sorun ise özellikle yarısından itibaren filmi ve
hikayeyi ele geçiren cinli korku filmi klişeleri. Çağan Irmak’ın
gerilim ve fantastik öğelere meraklı olduğu çok açık, ancak bunları
öfkesine ya da hassasiyetlerine metafor olarak kurarken, onları
yeterince güçlü bağlarla bir araya getiremiyor bazen. Mesela bu
alanda çok bariz, iyi bir örnektir “Pan’ın Labirenti” (2006). O
filmde Del Toro, dünyevi kaygısını dile getirip faşizm eleştirisini
de yaparken paralel bir fantastik damarı hikayesinin ana omurgasına
ustalıkla enjekte edebilmişti. Maalesef bizim hikayeciliğimizin
fantastik kanadında cin meselesinin ötesine geçilemediği için bir
‘üç harfliler’ klişesine saplanıp kalınıyor. Oysa fantastik/mistik
hikayeyle çağdaş bir meseleye uzanmak konusunda Irmak’ın 2008
yapımı filmi “Ulak” daha başarılı ve özgündü.
Çocuk tacizi meselesi, Türkiye toplumunun kanayan yaralarından bir
tanesi ve insanı düşündükçe çıldırtan, giderek büyüyen dev bir
sosyolojik sorun. Keşke bu konuyu cinli, zebanili, bilge yaşlı
kadınlı klişelere girmeden daha olgun, duygusal bir dramatik filmle
ele alsaydı yönetmen. Ya da kimi İspanyol korku/gerilimleri gibi
çok göstermeden geren, görsel efektle üretilmiş bir canavardan
ziyade daha çok karakterlerinin içsel korkularından beslenen bir
hikaye tarzına yönelseydi. Bazı hikayelerde insanoğlunun kendi
korkunçluğu ya da kendi içindeki karanlıklar doğaüstü bir canavarın
varlığına hiç ihtiyaç duydurtmuyor. Bu anlamda da Irmak’ın 2009
yapımı psikolojik gerilim filmi “Karanlıktakiler” daha
başarılıydı.