Gerek Hz. Peygamber’in vefatı sonrası ilk halife seçimiyle
başlayan süreç, gerek Osmanlı Devleti’nin güttüğü siyaset; dini
düşüncenin siyaset ve devlet yapılanmasından bağımsız olarak
gelişmediğini gösterir. Bu durumu, diğer İslam toplulukları
üzerinden de okuyabiliriz. Siyasi yapıyla dini yapı, o denli iç içe
geçmiştir ki, bunları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsızdır.
Aralarında adeta ortak bir yaşam ilişkisi vardır. Haliyle biri
olmadan diğeri yaşayamaz; ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnancık,
bunu “din-ü devlet” olarak aktarır.
11-13. yy Anadolu’sunda, merkezi bir devlet otoritesinin olmayışı,
statik ve kanonik bir dini otoritenin de oluşmasını sağlayacak bir
ortamı hazırlayamadı. Haliyle, dinin tasavvuf çerçevesi içindeki
pek çok yorumu, Anadolu’da eş zamanlı bir şekilde varlığını
sürdürdü. 13. yy perdesi kapandığı zaman, gitgide zayıflayan bir
Moğol gücü, buna mukabil kâğıt üzerinde Moğollar’a (İlhanlı
Devleti) bağlı pek çok beylik ortaya çıktı. 14. ve 15. yy’lara
geldiğimizde ise Anadolu’daki bu beylikleri, peyderpey, Osmanlı
hanedanlığı, tek bir devlet çatısı altında toplayacaktı. 15.yy’da
artık Osmanlı Devleti bir cihan imparatorluğudur. (Osmanlı bu
dönemde, teknolojik yenilikleri dini bir engelle karşılaşmadan
benimsemiş ve geliştirmiştir.)
Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, şeriatın yanı sıra padişah
kanunnameleri de devlet yapılanmasında görülür. Özellikle Fatih ve
Kanuni dönemleri arasında Osmanlı devletinin, hanedanın tek bir
üyesinin elinde olması, başka bir deyişle birkaç veliahtın iktidarı
altında bölünmemesi temel güdü olmuştur. Bu aynı zamanda merkezi
otoriteye karşı, başka bölgesel güçlerin varlığına tepkiyi de
beraberinde getirir. İşte Osmanlı Devleti’nin merkezileşme çabası,
özellikle bu bahsettiğimiz dönemde su yüzüne çıkmıştır. Nasıl ki
devlet siyaseten tek bir merkezden yönetilecekse, hukuken ve
haliyle fıkhen de tek bir anlayış geçerli olacaktır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta; Osmanlı ailesinin,
İran’daki Şii-Safevi ailesi ile savaş halinde olmasıdır. Yani
Osmanlı ailesine göre Anadolu, özellikle de Doğu Anadolu, Şii
propagandasına açıktır ve halk Safevi ailesine meyledebilir. Bu
durumda devlet, güvenlikçi bir politika içinde olur ve Sünni-Hanefi
Fıkhını (Halil İnalcık’a göre, imparatorluk düzenine en uygun fıkıh
mezhebidir) resmi devlet dini haline getirir. Başka bir deyişle,
Osmanlı Devleti merkezi otoritesinin, tek bir inanç-uygulama
merkezi olacaktır. Bunun dışındaki yapılar ve gelenekler bu merkezi
anlayışın dışında kalır.
ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI
16. yy’dan itibaren inişe geçen Osmanlı Devleti’nin, inşa
edilmekte olan yeni dünya düzenine cevap veremeyişinin nedenleri,
Halil İnancık’ın şu tespitinde aranmalıdır:
“Ulema ve medrese çevreleri, hem tatbikî hem de aklî ilimlerde
yeniliklere karşıt bir tavır almıştır. Örneğin, 1767’de Ali
Paşa’nın kitaplarına el konduğu zaman, şeyhülislam, koleksiyonda
bulunan felsefe, astronomi ve tarih üstüne yazılmış yapıtların
kütüphanelere konmasını yasaklayan bir fetvâ çıkarmıştır.
Bu koşullar, İslâm dünyası için Batı’daki bilimsel gelişmelerden,
tatbiki ilimler alanında bile yararlanmayı son derece
güçleştiriyordu. Bürokratik sınıftan birkaç kişi ile İslâmiyet’i
kabul etmiş birkaç doktor, Batı dillerinden coğrafya ve tıp üstüne
yapıtlar çevirme yürekliliğini göstermiş ancak bunların da çabaları
yalnızca günlük hayatta önemi olan bu konularla sınırlı
kalmıştır.”
Bağnazlık hızla ilerler; akli ilimlere dini inancı zayıflatıyor
diye hücum edilecektir. Bundan tasavvuf da nasibini alır;
tekke-medrese kavgası hep vardır. Her yeniliği İslam’a aykırı
gören, gelenekçi Hanbeli görüşü benimsemiş ulema sınıfı; öyle ki
tütünü, kahveyi, şiiri, türküyü, raksı dahi şeriata aykırı ilan
eder. Matematik ve akli ilimlerin medreseden kaldırılmasını ister.
“Kur’an ve sünnetin dışında olmamakla birlikte, İslam toplumunun
benimsemiş olduğu inanç ve adetleri bidat diye damgalayan ve halkı
bunlara karşı kışkırtan” vaizler bir yandan skolastik
ilahiyatçılara, bir yandan da yüksek ulemaya saldırırlar. (Halil
İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu – Klasik Çağ)