Geçen hafta da ifade etmeye çalıştığım gibi, dinler de dahil olmak üzere herhangi bir öğreti ya da düşünce akımı başlangıcı itibarı ile sade ve nispeten basittir. Bu onun ilkel olduğu anlamına gelmez, bu aslında dönemin girift sorunlarına mümkün olduğunca kapsayıcı çözümler getirme çabasının bir sonucudur; yolu sadelikten geçer. Ancak tekrar altını çizmek isterim ki, başlangıçtaki sadelik üzerine tespitim hiçbir surette değer yargısı içermez, haliyle düşüncenin tarihsel bir birikim olarak karmaşıklaşıyor oluşu da aynı şekilde herhangi bir değer yargısı taşımamaktadır. Aksine bu durum meselenin tarihselliğini gösterdiği gibi, buna ek olarak çağın düşünsel ve felsefi gereksinimlerini de günümüze yansıtmaktadır. Biz yeter ki okumasını bilelim. TARİHTEN BİRKAÇ ÖRNEK Hz. İsa’nın Kudüs’te öğrencilerine yaptığı konuşmanın içeriğini kısaca hatırlayalım: Nefret yerine sevgi, kuşku yerine güven, öfke yerine hoşgörü, kılıç yerine zeytin dalı… O’na göre ‘kılıçla yaşayan kılıçla ölür’dü, ‘bir yanağından tokat yiyen diğer yanağını da çevirir’di… Başlangıcı itibarı ile Hıristiyanlık bu kadar sade, bu kadar arınmış bir öğreti idi. Kendini anlatabilmek için ne felsefeye ihtiyacı vardı ne de diğer dinlere karşı bir apoloji (savunma) literatürüne. Ancak Hz. İsa’dan yaklaşık dört asır sonra yaşamış olan Aziz Agustinus’un (ö. 430) Hıristiyanlık öğretisi üzerine İtiraflar adlı eserinde ele aldığı sorulara (ki hepsi ilahiyat temellidir; artık bir Hıristiyan ilahiyatı doğmaktadır) bakacak olursak, bahsettiğimiz karmaşıklaşmanın nasıl bir olgu olduğunu açık bir şekilde görebiliriz: Kötülük sorunu ve Tanrı (teodise), ruh ve beden arasındaki ilişki, günah ve kefaret problemi, Hz. Meryem’in ‘lekesiz doğumu’ vs… Tam da bu basitlik ve samimiliğe bir vurgu olarak o zamanlar Aziz Agustinus, erken dönem Hıristiyanları kastederek şöyle söylemiştir, ‘…Adeta cennetin kapılarına koşuyorlardı.’ O...