Ben bir kadınım… Aynı “öz”den yaratılmış iki insandan biri.
Ne Havva’dan ötürü “günah” sembolü gör beni, ne Mesih’in annesi
“Meryem” gibi beşer üstü. Nasıl eşit şartlarda geldiysek yeryüzüne,
terk ederken de geçeceğimiz yol aynı.
Farklı yanlarımdan dolayı övgü beklemem senden, fakat kendini
“asıl” görmene de izin vermem. Bir madalyonun iki yüzüyüz, sen ve
ben.
Hayatın devamıyım; ben varsam, sen de varsın. Var oluşumuz ne senin
kaslarına bağlı, ne de yüzyıllar boyu süren “iktidarın”la
alakalı.
Sevginin, şefkatin, merhametin sağanak sağanak yağdığı bir ad
verirler bana: ANA.
Anayım ben, yaratışın eliyim, mührüyüm, beratıyım. “Mahlûk değilim,
sanki Halıkım!” Ancak…
Analığı, ne vazife addederim, ne mecburiyet.
Bedenim “Hayy” ile bütünleşir ve hayata kavuşturacağı varlık için
her türlü sıkıntıya göğüs gerer. Kucağıma alıp emzirmeye başladığım
andan itibaren, öylesine insiyakidir ki bu duygu; parçam dediğim,
sensindir.
Tutkuyla bağlanırım. Yüreğimin sesidir beni ‘ben’ kılan. Bir gün
yüzüstü terk etse de emek verdiklerim, kutsadığım sonsuzluğa
bağlanmış ‘Aşk’tan esintilerle yaşamayı beceririm.
***
Beni, içinde yer aldığımız sen-ben ilişkisinin kodları korkutmakta.
Kimi dini, kimi felsefi, kimi örfi… Kendi tecrübelerim yok orada,
beni kaale almayanlar garip tanımlamalar yapmış.
Ancak yaşadığım öyle şeyler var ki, keşke hepsi tarihte kaldı
diyebilseydim:
Kâh “insan mıdır, şeytan mıdır” tartışmalarının öznesi olmuşum;
Kâh “cadılık, büyücülük” suçlamalarıyla, yanan odun yığınlarında
can vermişim.
Kâh sınırsız ihtiraslara vasıta edilmiş
bedenim;
Kâh ahlakçıların eline bayrak gibi
verilmiş ismim.