Düşüncenin geri çekildiği dönemlerde, inançlar öne çıkar. Peşin
hükümler, ön yargılar, kanılar, sanılar, kıssalar, hikâyeler ile
akla, bilime ve gelişmişliğe adeta bir başkaldırı başlar. Bir el
işareti ile depremi durduran mürşitler; uzayda ne olup bittiğini
çözmüş cübbeliler; geri kalmışlığı kadınların kıyafetine bağlayan
hocalar, cehaleti öven profesörler; devasa sorunları görmeyip
“müzik helal mı haram mı” tartışmasını yapan köşe
yazarları din-diyanet adına ön saflarda yerlerini alırlar. Bu da
yetmez, “Aman suya sabuna dokunmayın, her şey Allah’tandır,
siz teslim olun, ne yaparsanız yapın Allah’ın muradı
gerçekleşecektir” anlayışını dikte etmeye çalışan, dini
miskinlik zanneden mistikler devreye girer. Geçmişte yaşanmış
benzer tutumları bir yere kadar anlayabiliriz. Fakat bilgiye
erişimin bu denli geliştiği ve kolaylaştığı bu dönemlerde; bir
insanın, akıl dışı, tutarsız ve sömürü odaklı fikirlerin peşine
takılması, “insan olma”ya aykırı bir tutumdur.
Zira ister inanç bağlamında tartışalım, ister felsefe zemininde
düşünelim; son tahlilde insan, “olmak” için var
olmuştur. ZİHİNSEL KONFORMİZM Düşünceye ve
düşünenlere saldırmak ve hatta sözüm ona bunu dinin bir emriymiş
gibi yapmak, ne yazık ki “düşün” diyen dinin
mensuplarının -en azından bir kısmının- ahlakı haline geldi.
Aklın olmadığı yerde inanç tamamlanamaz. Malumata, sanıya, hurafeye
teslim olmak, sadece cehalet değil sadece tembellik değil yaratılış
esaslarına göre nankörlüktür. İnsanı hayvandan ayıran yeti akıldır;
düşünen varlık olması insanı farklı kılar. Aklı terk etmek, insanca
yaşamayı terk etmektir: “Kör ile gören bir olmaz. İman eden
ve iyiye, barışa yönelik işler yapanlarla, kötülük yapanlar da bir
olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz?” Mümin/58
Sorgulanmamış ve sadece alışkanlıklara dönüşmüş inançların (ki her
türlü inançtan bahsediyorum) yaygınlaşmasının altındaki neden,
d...