Müteâl (aşkın) bir varlıkla ilişkilendirilen bir din, tüm
insanlığı kucaklayıcı bir zihin dünyasını zorunlu kılar. Başka bir
ifadeyle, yaratan-yaratılan ilişkisi bunu gerektirir. Dolayısıyla
İslam, hiçbir beşeri düşünceye indirgenemez. İlgili kimseler,
hakikatten aldıkları pay kadar konuşabilirler. Ama İslam, ne o
payın adıdır ne de tüm yaklaşımların bütünüdür.
Vahyin ışığı altında ortaya çıkan anlayışların ve yorumların tümüne
dini düşünce denir. Bu Ebu Hanife olur, İmam Malik olur, İbn-i Rüşd
olur, Gazali olur, Farabi olur, Ahmet olur Mehmet olur fark etmez;
her düşünür, kabınca, kapasitesince anladığını ortaya koyar. Bu
yaklaşım, kişilerin ve düşüncelerinin kutsanamayacağını ve tek
otorite olarak görülemeyeceğini bildirir. Böylece daha başlangıçta
pek çok çatışma bertaraf edilir.
İkinci husus; bazı insanlar Kur’an’ı iyi tercüme ediyor olabilir;
ama bu Kur’an’ı iyi anlıyor anlamına gelmez ya da bu onları
Kur’an’ın tek otoritesi haline getirmez. “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu” ayetini, Arapça Kur’an öğrenmeye
indirgeyenler, Allah’ın Kelamına en büyük kötülüğü yapmaktadır.
Kur’an-ı Kerim, muhataplarıyla, insanı ve hayatın kendisini merkeze
alarak konuşur. Gelişmelerden bihaber olan, insanlık çizgisini,
birikimini, ufkunu dikkate almayan, akıl ve bilimden nasiplenmemiş
yorumların gerçek hayatta karşılığı yoktur. Örneğin “Başı açık
kadınları, soyulmuş domatese benzetmek” ya da köle, cariye,
sultan-kul kavramlarının hükmünü sürdürdüğü dönemlerdeki kadına
bakışı ve ona verilen statüyü günümüze taşımaya çalışmak –din
sosuyla birlikte- cehaletin ta kendisidir.
Bir cinsin, bir ırkın, bir zümrenin Allah katındaki değeri, bir
diğerinden farklı olamayacağına göre; sorumluluklar üzerinden
kadın-erkek, zengin-fakir, yöneten-yönetilen her türlü ayrım dinin
tabiatıyla da ters düşer. Hâlâ Ortaçağ (hatta bronz çağı)
zihniyetinin kalıntılarını taşıyan hegemonik bir dilin, din söylemi
içinde hükmünü sürdürüyor olması, “sözün en güzeline uyarlar”
ayetiyle ör...