Bir konuda görüş beyan eden kişilere karşı ideolojisine,
inancına göre tutum takınma teamülü vardır. Söylenenden ziyade,
söyleyene bakılır.
Keza Türkiye'de siyaset de bu anlayış üzerinden yürüyor.
Sağcı solcu, Alevi Sünni, laik anti laik, Türk Kürt; ki buna başı
açık başı kapalı, namaz kılan kılmayan, alkol alan almayan gibi
sınıflandırmaları da dâhil edersek, siyasetçiler, demagoglar
verdiği mesajlarla bu grupları tahkim etmeye çalışıyor. Taban da
buna karşılık veriyor.
Referandum, ilk kez farklılıkları bir araya getirdi ve bu geleneği
bozdu. Her ne kadar “evet-hayır” kutuplaşması had safhada yaşansa
da, “hayır” diyenler bloğunda, sağcısından solcusuna,
Atatürkçüsünden İslamcısına, ülkücüsünden devrimcisine,
Sünni'sinden Alevi'sine her ideolojinin, her partinin, her meşrebin
sempatizanı yer aldı. Bu birlikteliği, bir parti söylemi kurmadı.
Bu birliktelik, ilkeler üzerinden kuruldu; demokrasi, özgürlükler,
parlamenter sistem gibi.
Demek ki, birlikte yaşamanın temeline koyacağımız ilkeler üzerinde
samimi olarak ittifak ediyor olsak, sorunların çözümü noktasında
yolun yarısını tamamlamış olurduk. Niyet okumaksızın söylemek
gerekirse; AKP'nin ilk dönemlerinde topluma verdiği mesaj da buydu,
bu yüzden, kısa zamanda, farklı kesimlere ulaşmayı başardı. Ama
bugün geldiği nokta, ayrı bir yazı konusu…
İLKELER BELİRLEYİCİ OLMALI
Benim esas değinmek istediğim konu; kişiye göre tutum belirleme, din anlayışımızı da etkiliyor. Toplum katmanlarına ulaşan etkin isimlere bakın. Söyledikleri, akla, bilime ve hatta dinin genel prensiplerine aykırı olsa bile hitap ettikleri kesimlerde tartışmasız kabul görüyor. Cemaatlerin ve meşreplerin, tabanlarına ya da birbirlerine karşı tutumlarının, ana belirleyicisi ilkeler olmadığı gibi zaman zaman Diyanet politikalarının da salt belirleyicisi dini ilkeler değil. Zira kurumun, kamuoyuna yönelik yaptırdığı araştırma sonuçları dikkat çekici. Başkanlığın, “2017-2021 Stratejik Eylem Planı”na göre bir sorun olarak gördüğü; “Diyanet üzerinde siyasi etkinin olduğuna dair toplum genelinde bir algı var” maddesi, bunu teyit edecek mahiyette. Diğer taraftan, aceleye getirilmiş fetvalar, ya eski içtihatlara dayalı ya da hareketin gayesini göz ardı edecek nitelikte. Yenilerde gazetelere yansıyan “Asıl olan, ibadetlerin helal parayla yapılmasıdır. Bununla birlikte haram parayla hacca giden kişinin haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur” fetvası, ibadeti artı bir değer olmaktan çıkarttığı gibi sorumluluk kavramını da tartışmalı hale getirmektedir. Ahlakın ve ibadetlerin merkezine, sorumluluk kavramını koymadan, evrensel nizama iten insani kaygıyı oluşturamayız. Son tahlilde ibadetler birer vasıtadır; amaç güzel ahlaktır.