Yeni kırmızı kitap...
Hatırlayacaksınız. Zaten unutulacak gibi de değildi. 17 - 25
Aralık soruşturmaları sırasında savcı, bakan çocuklarının da
aralarında bulunduğu bazı hırsızlık - yolsuzluk - rüşvet
şüphelilerini sorgulamak istedi ve her zamanki gibi (Dikkat! Bu
“her zamanki gibi” vurgusu önemlidir) polislere emir verdi; “Gidin
şu şu şu kişileri alıp önüme getirin” dedi.
Bu defa “her zamanki gibi” olmadı. Polisler savcının emrini
dinlemediler. Şüphelileri alıp getirmek yerine amirlerine sordular.
Amirleri daha yukarıdaki amire (Mesela valiye) sordu. Vali daha da
yukarıdaki amirine (mesela İçişleri Bakanı’na) sordu, İçişleri
Bakanı en yukarıdaki amire (yani Başbakan’a) sordu. En yukarıdaki
amir hemen altındaki memura, o daha alttakine, o da en alttaki
memurlara (polislere) talimat verdiler: “Savcıyı dinlemeyin.
Dediklerini yapmayın” dediler.
Savcı dımdızlak kaldı. O savcıyı başka savcılar da izledi. Savcılar
dımdızlak kaldılar.
Ama asıl hukuk dımdızlak kalmıştı.
Hukuk devletinde bağımsız olması gereken yargının ayaklarından biri
olan savcılar, şüphelilerle ilgili soruşturma açamaz, açsalar bile
“amirler-memurlar” barajını aşamayabilir hale geldiler. Yani kimin
hakkında soruşturma yürütüleceğine, bazı kişiler hakkında
soruşturma, koğuşturma yürütülüp yürütülmeyeceğine artık savcılar
değil, “memurlar-amirler” amirler karar verecek.
Yaşamı boyunca karakol kapısından bile bakmamış yurttaşlar için bu
durum önemli bulunmayabilirdi. Nitekim bulunmadı da. Ama bu
savcılık kurumunun ağır, hem de çok ağır bir yara aldığı gerçeğini
ortadan kaldırmıyordu ve kaldırmıyor.