Tamam öfkeliyiz, canımız alabildiğine
sıkkın; keder de cabası.
Önceki gün üçüncü kez ağır ceza yargıçlarının
karşısına dizildik. Beşimiz tutuklu, geri kalanımız tutuksuz
“sanık”.
Sonunda bir Kadri
Gürsel arkadaşımızı kapabildik; dört can
arkadaşımız 34 “Silivri gecesi” daha
yaşayacaklar.
Peki, sonra?
Bilmiyorum, bilmiyoruz, bilemiyoruz. Olağan bir
hukuk yargılamasında değiliz. Bir siyasi dava bu ve görünen o ki
sonucu da siyasi erki elinde tutanlar belirliyor.
Olsun. Cumhuriyet’te
çalışıyorsan, bağımsız medyada gazetecilik yapma sorumluluğunu
omuzlarında taşıyorsan, hesapta mapusdamı da var, polis
nezarethanesi de var, alanda ya da yazıişleri masasında üç kuruş
maaşa talim edip yorgunluktan kızarmış gözlerle mesleğin ak adına
kara sürmemek için geceyi gündüze katmak da
var.
Bedelse bedel.
Öderiz.
Onursa onur. Layık olmaya çalışırız. Ateşi yani
ışığı Olympos tanrılarının, yani egemenlerin, yani iktidarların
tekelinden alıp halka armağan
eden Prometheus’un çocukları
olmaktır çabamız.
Derisi yüzülürken bile düşüncesinden geri adım
atmayıp “Enel Hak” diye
haykıran Hallac-ı Mansur’u
kendimize örnek alırız.
Darağacında dimdik durup
“Dönen dönsün ben dönmezem
yolumdan” diye meydan okuyan Pir
Sultan Abdal’ın yolunu
yol belleyenlerdeniz...
Biz Cumhuriyet’in
gazetecileriyiz...
***
Neyse...
Öfke, can sıkıntısı, keder... Ama önceki günki
duruşma keyifliydi de.
Bol bol güldük; yargıçlara çaktırmadan
kıkırdadık durduk...
Nasıl gülünmez, nasıl
kıkırdanmaz?