Kendimden söz edeceğim. Her ne kadar ustalarım “Bizim meslekte
kendinden söz etmek yakışıksızdır” diye öğütledilerse de bugün
onları dinlemeyeceğim.
Sahici bir suçluluk duygusundan söz ediyorum. Diken gibi batan ve
her gün batan bir suçluluk duygusundan.
2018 ilkbaharında Türkiye’de gazetecisin ve “dışarıda”sın. Oysa
kimileri can arkadaşın, kimileri arkadaşın, kimileri tanıdığın,
selamlaştığın meslektaşların, kimileri belki adlarını bile yeni
duyduğun meslektaşların “içeride”ler.
Okurlardan “Yav bunu çok yazdın. Sen yazmadığında gazetede haber
yaptınız. Biliyoruz yani. Ezberledik” diyenler çıkıyor.
Olsun. Desinler...
Sen diken gibi batan suçluluk duygusu ile yine onları yazmak,
onlara yazmak, onlardan söz etmek istiyorsun.
Hiç sıra gözetmeden rastgele onları anacağım.
Avukatım, kadim, çok kadim arkadaşım, siyasette yol arkadaşım,
Cumhuriyet’te kapı yoldaşım Akın Atalay 522 gündür
“içeride”. 522 günü saate, dakikaya, saniyeye çevirin bakalım. Üç
kişilik bir hücre-koğuşta tek başına geçirilen saniyeleri,
dakikaları, saatleri bir düşünün bakalım. Sonra da tutuklanacağını
bile bile Türkiye’ye dönmüş Akın Atalay için “Kaçma şüphesi ve
delilleri karartma ihtimali olduğundan tutukluluğunun devamına”
diye ezber yineleyen savcıyı düşünün. Sakın tutup, “Üzülme. Nisan
sonundaki duruşmada o da özgürlüğüne kavuşacak” filan diye teselli
cümleleri kurmayın. Ben ne zaman özgür kalacağını merak etmiyorum,
“Neden tutuklandığını, neden 522 gündür hapiste tutulduğunu ”
sorguluyorum.
Bunu, bu soruyu her gün yazmam gerektiğini düşünüyorum.
Yazmadığım...