Katlanılması zor bir acı... Zaptedilmesi olanaksız bir
öfke...
Ağızdan art arda dökülüveren, adresi belirsiz, hedefi bulanık,
katmerli Ege küfürleri: “... Harar gibi darar gibi, on katlı mor
katlı, yüz bin katlı, doğurana da, doğurtana da...”
Aklına takılmış, dillendirmekten belli belirsiz utandığın bir soru:
“Ölenler arasında ya Ankara bürosundaki kapı yoldaşlarından birkaçı
varsa...”
Sorduğundan değil sormayı düşündüğünden utanmak. Ne yani, yoksa
Ankara bürosundaki kapı yoldaşların eksiksizse acın azalacak mı,
öfken durulacak mı?
Yine de soru aklına çengel atmış bir kere.
Telefon. Murat Sabuncu... O habercidir.
Bağlasan durmaz. Mutlaka miting alanının yolunu tutmuştur. Ara
onu...
“Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha
sonra...”
Heeey... Yoksa Murat, Ankara Garı’nın önünde bir yerde cansız
yatıyor da, cebindeki telefon da sustu da...
Büroyu, doğrudan büroyu ara...
Haber müdiresi Ayşe Sayın...
“Efendim abi?.. Hayır abi... Bizimkileri soruyorsan hayır abi. Biz
tamamız abi. Tamam mı abi? Evet abi?”
O cümlelerin “Türkçesi”ni sen iyi tanıyorsun. Bu meslekte kaç kez
benzeri konuşmalar yaptın. “Kısa kes abi. Sordun söyledim. Öğrendin
işte. Biz tamamız. Şimdi bırak da işime bakayım. Biz tamamız ama
Ankara’yı bir bilsen. Haberin yükünü bir bilsen abi...”