“Metal yorgunu!” bahanesi ile
başını yediği adamların ahı tuttu. Melih
Gökçek, Kadir Topbaş gibiler de
matah metalar değildi ya, neyse...
Ama yine de hiçbiri Bingöl’e gidip, “Ey Diyarbakırlılar!”
diye nutuk atmamıştı.
Doğumundan önceki yıllarda okuduğu sınıflardan söz de etmemiş, hele
kırk yılın Bahçeli’si ile
Kılıçdaroğlu’nu birbirine karıştırmamıştı.
Demek ki “metal yorgunluğu” diye çevresine koyduğu teşhis,
kendi erken teşhisi imiş.
TDK Sözlüğü yorgunluğun bu türünü “verimi
azalmış, tükenmiş” diye tanımlıyor.
Oysa kendisi gibi ağır toplar için kullanılan daha uygun bir deyim
var; “çaptan düştü”.
Aslında çaptan önce de “attan düşmüştü”!
Acaba bu karıştırma hali o günlerdeki travmanın gecikmiş bir
tezahürü mü?
Belki de artık iyice ısınan suyun harareti ince ince o eski
travmayı tetikledi. Ve çaptan düşme süreci hızlandı!
Bir başka neden de şu olabilir:
Muharrem Ince günlerdir meydanlarda Tayyip
Bey’in “nutuk camları”na bağımlılığını anlatıp
duruyor. Belli ki bir süre camlara bakmadan konuşarak Ince’yi
yalancı çıkarmak istedi.
Ama olmadı. Merhum liderleri ve Bingöl ile Diyarbakır’ı karıştırdı.
Fazlasıyla “cam bağımlısı” olduğu ortaya çıktı.
Oysa imamlığın mektebinde okuduğundan çok iyi “hatip”
olduğuna milletçe inanmıştık. Gerçekten de ayınları patlatarak -
gayınları çatlatarak, ortalara da şiirler, darbımeseller,
atasözleri serpiştirerek destan yazar gibi konuşuyordu...
Hitap edeceği kitleye ne söyleyeceğini pek bilemiyordu.. Bilgi,
birikim ve kültür gerektiren bir konuda konuşurken ise çok
zorlanıyordu.
Uzunca bir dönemin solda parlayacak ufuk arayan siyasetçisi, eski
Cumhuriyet’in ve Babıâli’nin kıdemlisi Yalçın
Bayer’e işin sırrını şöyle açıklamıştı:
“Siyasetin (ve hitabetin) yarısı ilim ise yarısı da
filmdir. Ilmi ustaları hazırlar, filmi ben
oynarım!”
Reis’imiz tam da bunu yaptı. 16 yıldır da oynuyor.
TBMM’de bile kürsünün iki yanına camlı sehpalar diktirdi. Iftar
salonlarından seçim meydanlarına yıllardır camlar dikiliyor.
Danışmanlar yazıyor. O da okuyor. Sahiden diplomaya ne hacet!
Kritik dönemlerde bir-iki danışman yetişmiyor. Yenileri devreye
giriyor.
Sıkıntı da bundan kaynaklanıyor. Danışmanlar arada izin de
yapıyorlar elbet. Birbirlerinin yazdıklarını belli ki
okumuyorlar.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir gün önce söylediği ile bugün
söylediğinin birbirini tutmaması bundan.
Bu yüzden de ne yazık ki rakipleri kendisini tutarsızlıkla
suçluyorlar.
Muharrem Ince daha da ileri gidiyor. Tayyip Bey’in
tutarsızlıklarını, gerçek dışı, çelişkili, yalanyanlış sözlerini
meydanlara kurduğu ibret perdesine yansıtıyor. Ardından da “Ey
Erdoğan, yalan söylüyorsun! Ayıptır, günahtır” diye
haykırıyor.
Ama haksızlık ediyor.
Tayyip Bey ne yalan söylüyor, ne de yanlış konuşuyor!
O sadece okuyor.
Islamiyet de diğer dinler gibi, yalan söylemeyi ve yalan konuşmayı
günah sayıyor. Yalan okumayı değil!
Ikisi arasında dağlar kadar fark var ve Cumhurbaşkanı adayımızın
arkasında da nice cinci ulema var:
Yenişafak’ta yazan Karaman Hoca örneğin, bir tek
fetva ile kendisini hem aklamış hem de ferahlatmıştı:
“Yolsuzluk, hırsızlık değildir!”
***
Istanbul Reisi iken Zincirlikuyu’nun
kapısına o ayeti, o yazdırmıştı.
“Her canlı ölümü tadacaktır.”
Iktidarın akıldaneleri,
onu ya hiç ölmeyecek sanıyorlar ya da dokuz canlı...
Ki 1921’den beri tüm anayasalarımızda yer alan
“Cumhurbaşkanının ölümü halinde” ibaresini
çıkarmışlardı. Yerine önce “Makamın herhangi bir
nedenle boşalması halinde” yazmışlardı.
Ölüm madem nasıl olsa tadılacaktı; Reis’in ağzının tadını kaçırmaya
gerek yoktu. O sıralarda bu köşede yazmıştık:
“Ölüm korkusu cehennem korkusundan değildir,
inşallah!”
***
Neyse ki son değişiklikte (Allah korusun!)
“ölüm” ihtimaline seçimin ikinci turu için vurgu
yapıldı:
“Ikinci oylamaya hak kazanan adaylardan birinin ölümü
veya seçilme yeterliğini kaybetmesi halinde;
ikinci oylama, boşalan adaylığın birinci oylamadaki
sıraya göre ikame edilmesi suretiyle yapılır.(..)
Aday, geçerli oyların çoğunluğunu aldığı takdirde
Cumhurbaşkanı seçilmiş olur.” (Md:
102/3)
***