Yarı övgü yarı şaka, yerli ve milli bir
sloganımız vardır:
“Olur böyle vakalar, Türk polisi
yakalar!”
***
Tarihte hiçbir gazeteci hiçbir konsoloslukta
kaybolmamıştı.
Yine de Türk polisi bazı deliller elde etmeyi
başardı.
Dışışleri Bakanımız’da bunların
“dünya” ile paylaşılacağını ilan etti.
Erdoğan’ın “@Turkish
Presidency” tweet’lerini saymazsak, polisimizin performansı
konusunda “dünya” ile ilk kez bir “paylaşım”
yapacaktık.
İşin bir ayağında da yine ve maalesef
Trump vardı.
Ve yine tehdit ediyordu!..
Çok şükür, hedefte biz değil bu kez Suudiler
idi.
Bu Papaz fiyaskosundan sonra “Bağımsız Türk
adaleti” için önemli bir fırsat.
Bu kez inşallah “gizli tanık” falan
kullanmayacaktık. Eğer kullanacaksak da davaya mutlaka “gizli
savcılar” ve “gizli hâkimler” bakmalı.
Ki Papaz’da yaşadıklarımızı bir de
Cemal Kaşıkçı davasında yaşamayalım.
Derken... Allah’a şükür ki Suudiler Türk polisi
ve Türk yargısının önünü kesti. 18 gündür dünya ile alay eder gibi
davrandılar, sonunda Kaşıkçı’yı “yok ettiklerini” kabul
ettiler.
Böylece “etkin pişmanlıktan”
yararlanıp Trump’ın milyarlarca dolarlık silah siparişlerini iptal
etmesini önlemek istiyorlar.
Ancak, devlet değil, IŞİD’den ve Boko Haram’dan
daha beter bir vahşet örgütü olduklarını da dünya âlem görmüş
oldu.
Bu iğrenç vahşeti çölden fışkıran milyarlarca
dolarlık zenginlikleriyle ve dünyanın dört bir yanından akıp gelen
hacı adaylarının bırakacağı servetle kapatmalarına izin
verilmemelidir. Kendi silahsız savunmasız vatandaşına tuzak kurup
öldürmek, sonra da ülkeden özel insan kasabı gönderip bedenini
parça parça etmek, Arapsabunu ile yıkanıp temizlenebilecek bir
barbarlık değildir.
Başta Trump’ın ABD’si ve
Merkel’in AB’si, tüm dünya, Suudi adlı bu kanlı
örgüte en ağır cezayı kesmez ise uygarlık “Petrodolar”a
yenik düşmüş olacaktır.
Şimdi ilk atılması gereken çok sembolik bir
adım var; Suudi Başkonsolosluğu sokağının adını “Cemal
Kaşıkçı” diye değiştirip ilk cezayı kesmek.
Yerindelik
merindelik
Anayasamız değilse de, dünyanın en sağlam
yönetmelikleri bizde.
8 Ekim 2013 tarihli “yamuk” bir
yönetmelik ancak 5 yıl sonra düzeltilebildi.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın, ilkokullarda
söylenen “Andımız”ın “olumsuz hava koşullarında
söylenme zorluğu” gerekçesini Danıştay hukuka uygun
bulmadı.
Adalet bakanlarının yenisi de eskisi de buna
çok sinirlendi. İkisi de “Danıştay ‘yerindelik’ kararı
veremez!” diyorlar. Haklılar. Demek ki “And”da hiç
yerinde olmayan, onları çok rahatsız eden sözcükler var:
“Türküm”, “Doğruyum”, “Çalışkanım”,
“Küçükleri korumak”, “Büyükleri saymak”, “Yurdu ve
milleti özünden çok sevmek!”
Bunu içtenlikle ilan ettikleri için onlara
teşekkür etmeliyiz.
***
Reis, cuma günü mübarek bir tespit
yaptı:
“Dünyadaki 500 üniversite arasında
bizimkilerin esamisi okunmuyor!”
Verilmiş sadakamız varmış ki
okunmuyor.
Okunsa idi, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi
Rektörü’nünki, ezan niyetine 5 vakit okunurdu: “Batı’dan
çatışma kültürü ürünü birçok seküler haklar getirdiler:
İnsan hakkı, işçi hakkı, kadın hakkı, çocuk hakkı.
Eskiden kul hakkı diye bir şey vardı!”
Rektör Bey haklı. Ama bu en son lafı başına çok
iş açabilir. Sanal ortamda dolaşan eski bir Reis kaydı var:
“Eğer bir gün duyarsanız ki Tayyip Erdoğan çok
zengin olmuş, bilin ki haram yemiştir.”
Siyasete ilk adımı attığı günlerde
“Kul hakkı yemeden zenginlik olmaz”
diyor.
Ama sonraları pek “kul hakkı” lafı
etmiyor.
Belli ki, sermaye düşmanı, din istismarcısı ya
da solcu denilmesinden korkuyor.
Demek korkunun ecele faydası var ki, böyle bir
şey olmuyor!